Evim evim

Altı adet fotoğraf: (1) Ölüdeniz koyu, (2) Tatil köyü, (3) Denizde güneşin yansıması, (4) Otel odasında pikenin altında yatan biri, (5) Gökyüzünde bir paraşüt, (6) Teknenin halatları

Eren’e bir gün sormuşlar, tatil için şehir dışına çıkmanın nesini seviyorsun diye; “Eve dönüşünü” demiş.

Ölüdeniz’de geçen sekiz günlük bir maceranın ardından sonunda tekrar evimdeyim. Özellikle macera diyorum; çünkü tatil kavramının karşılığı dinlenmek ise, ben onu hiç yapmadım. Az uyudum, bol bol yüzdüm, fakat elimden geldiği kadar güneşe çıkmamaya özen gösterdim. Görürseniz “Aa Eren ama sen hiç yanmamışsın ki?!” diyebilirsiniz, izin veriyorum.

Peki enteresan bir şey yaptın mi derseniz, “evet” diye de cevabı yapıştırıveririm, haha. Neyse. İlk olarak inşallah bitirebilirim diye yanımda götürdüğüm Asimov’un Vakıf Kurulurken adlı eserini üç günde okudum, yedim, bitirdim. Özellikle son bölüm süperdi, dumur ola ola çevirdim sayfaları. Vakıf serisine en kısa zamanda devam etmeyi düşünüyorum. Dors’a selam olsun buradan.

Daha da güzeli, uçtum ben. Çok daha ucuza “smoke and fly” imkanım olduğu halde üç haneli bir rakam karşılığında 1700 metreden paragliding yaparaktan 35 dakikada Ölüdeniz sahiline indim. Dağa çıkışımız ise apayrı bir maceraydı. Modifiye bir kamyonetin arkasında oturarak dar ve tehlikeli yollardan hoplaya zıplaya tırmandık bir saat boyunca. Tepeye vardığımızda aşağıya tekrar o araç ile inmektense paraşütle atlamaya herkes razıydı zaten. Neyse efendim atladık en sonunda, hava akımlarını yakalayıp yükseldik önce, sonra da süzüle süzüle indik aşağıya. Sonlara doğru bir de akrobasi hareketleri yaptık ki, aman da aman. Yaşasın G kuvveti! Hayatımdaki en güzel üçüncü veya dördüncü gün idi sanırım. Babadağ’a bayrak dikmeyi unuttum yalnız, içimde kaldı bak şimdi.

Uçuşumun ertesi gün ise bir tekne gezisine katıldım. Sırasıyla Mavi Mağara, Kelebekler Vadisi, Akvaryum Koyu, St. Nicholas Adası, Fresh Water Springs (?) ve Deve Plajı’nda durduk, yüzdük, eğlendik. Ancak güneşte fazla kalmışım, kollarım kızardı biraz. Biraz değil hatta, ciddi ciddi kızardı işte. Öyle ki, arada bir kollarıma bakınca ben uyurken söküp yerine bir başkasınınkileri takmışlar diye düşünüyordum. Automaton’uz ya, normal tabii böyle şeyler.

Eh, başka da bir şey yapmadım hani. Yazı yazdım, resim çizdim, yeni programlar tasarladım… Otelin restoranında acayip bir yemek çeşitliliği olduğu için “Hmm, bakalım bu neymiş… Aa, bildiğin patlıcan bu yahu!” gibi çeşitli monologlarda bulundum. Havuzbaşı olarak tabir edilen yerden kişisel nedenlerden ötürü mümkün olduğunca uzak durdum. Her gün günde üç dört kez “haydi hep beraber heheyt” isimli şarkıyı dinlemekten gına geldi, vesaire.

İstanbul falan hikaye de, özlemişim seni be blog! [yalan]Bundan sonra buraya daha sık yazacağım.[/yalan]

Comments

  1. judas

    Uu, ye! Demek uçtun ha. Ben yere basmayı daha çok seviyorum. :) Neyse, eğlenmişsin. Ne güzel. :)

  2. Tuana

    Ne güzel hayalini kurduğum şeylerden birisini gerçekleştirmişsin, tatilin de güzel geçmiş. Böyle seyehatler de insanın ruhuna iyi geliyor. Ne diyeyim sevindim senin adına :)

    Bu arada hoş geldin...

  3. Ali Kürşat

    Kollar yanınca insan FMA' daki wraith (doğru mu yazdım?) gibi oluyor. Hani o da Ed'in kolunu aldığı için derisi farklı renk ya onun için yani...