İnsanlar, yarım insanlar

Bu yaşam sevgisi var ya, beni bir gün öldürecek. Son birkaç yıldır evde rastladığım insan olmayan canlıları bu işe ayırdığım özel kap ve çeşitli hinlikler aracılığıyla yakalayıp dışarı salıveriyorum. Evdeki yavru karafatmayı bile canını yakmadan kurtarmanın yolunu arar oldum ki bir sonraki edebi eserim için bana ilham kaynağı olmasını dilediğimden veyahut ismine duyduğum buruk yakınlıktan dolayı değil; malumunuz, yaşama hakkını düşünüyorum sadece.

Bir de işin şu yanı var: Bana uzak oldukları sürece kafaları koparıldıktan sonra bile bin yıl yaşasalar yeridir, ama bu böcek veya araknid (“hepsi aynı haltın soyu” deyip sınıflandırma derdinden kurtulalım) normalde evde yaşıyorsa, dışarı saldığımda ne kadar dayanabilir? Acaba farkında olmadan onlara kötülük mü ediyorum? Belki de hepsini ateşe versem aynı kapıya çıkacak; boşuna kendime işkence ediyor, vicdanımı rahatlatmaya çalışıyorum. Bir ara oturup araştırmam gerek, biliyorum, fakat nedense gerekli güdülenmeyi kendimde bulamıyorum…

Doğru ya, böcekleri sevmek kolay iş değil. Neresinden bakarsanız bakın çirkin ve itici varlıklar işte. Arkalarından konuşuyorum sanmayın ha, yüzlerine karşı da pek çok kez söyledim (aldığım en anlamlı yanıt yukarı-aşağı oynayan bir çift anten idi). Yine de öldüremiyorum işte. Çizgiyi nereye çekmem gerektiğini bilemiyorum. Şimdilik “bana doğrudan zararı olmayan hiçbir canlıyı öldürmemek”te karar kıldım. Sivrisinekleri bile. Yemek meselesiyse ayrı: Ölü doğuyor, ölü yetişiyor, ölü pişiyor ve öyle soframıza geliyor hayvanlar ki zaten onları ben öldürüyor sayılmam. Diye kendimi kandırıyorum.

Tüm bunları düşünürken aklıma son zamanların popüler (ben bu yazıyı tamamlayana dek gündemden düşen) tartışma konusu olan fetüsler, kürtaj karşıtları veyahut kendi deyimleriyle yaşam hakkı savunucuları geliyor. Kimileri başka örneklerde olduğu gibi evanjelist Amerika’dan devşirme politik hareketlerle gündemi binbir türlü deli saçmasıyla işgal ederken, kimileri de kutsal değerleri ve/veya insan merkezli dünya görüşleri nedeniyle onlara destek çıkıyor. Hangi saklı hedefler doğrultusunda ortaya atıldığını kesin olarak bilemesek de “en az üç çocuk” kafasıyla aynı yolda ilerlediğini tahmin edebiliriz. 2,11 olmuyor çünkü, yuvarlamak lazım. Ne diyeyim, artık tarlada yetişsek de kurtulsak.

İnsan vücudunda insan hücresinden çok bakteri hücresi olduğunu biliyor muydunuz? Vücudumuzun çoğu kütle bakımından yine “bize ait” olsa da bakterilerin sayıca ezici bir üstünlüğü var ve tahmin edebileceğiniz üzere onlarsız yaşam mümkün değil. O halde ben neyim, neredeyim diye merak ediyor insan. Saçımı kestirsem ben yine ben olur muyum? Peki ya bir kolumu kaybetsem? Kendimin en fazla ne kadarını feda edebilirim ki hâlâ kendim olayım? İşin içinden sıyrılmak güç. Belki tek çıkar yolu ruh gibi gizemli bir bilinmeyen katmakta bulup dualist oluyor insan, belki de birbirinden kopuk benlikler yanılgısının kendince farkına varıp doğayla, evrenle bütünleşmenin yollarını arıyor. Fetüs konusunda da az öncekine benzer bir geriye çekilme söz konusu. İnsan ilk önce ve tam olarak ne zaman insan? Embriyo da, zigot da bir birey sayılır mı? Eğer insan olma ihtimalini yani genetik potansiyeli gözetiyorsak, erkekler her geçen saniye 1500 yarım insan mı üretiyor?

Öyleyse taşları yerine oturtmak lazım: Bir canlıya yaşam hakkı tanırken, cenine ruh üflenmesi gibi batıl inanışları değil, o varlığın bilinç durumunu, kendinin farkındalığını ve acı hissetme yetisini gözetiyoruz. Buna bağlı olarak, ahlaki değerlerimizi de sözde gökten inme yazıtlar doğrultusunda değil, insanlar öncelikli olmak üzere, bilinç sahibi canlıların çektiği acıyı asgari düzeye indirme, ve hatta mümkünse tamamen giderme hedefi etrafında şekillendiriyoruz. Böyle düşününce her şey daha basit, daha mantıklı değil mi?

Başka canlıların yaşam hakkını kendine benzerliğiyle doğru orantılı derecede önemsiyor ya insan, ben börtü böcekle uğraşadurayım, ilgili tartışmanın gelecekte içerik bakımından daha da zenginleşeceği açık. Günün birinde diğer hayvanların bilinç düzeyini daha iyi anladığımızda, yapay zekâ sahibi makineler yarattığımızda, veyahut dünya dışı canlılarla nihayet karşılaştığımızda neyin birey sayılıp neyin sayılamayacağı konusunda daha çok kafa patlatmamız gerekecek. Ben merkezli dünya, insan merkezli yaşam görüşünü terk edip şimdiden kendimizi hazırlamakta fayda var.