Beni kim yoldan çıkardı?
Geçtiğimiz günlerden birinde böyle bir soruyla karşılaştım. Şaka yollu sormuş da olsa, doğduğum günden beri beni tanıyan ve seven bir insan, inanç düzleminde yaşadığım değişimi ve bulunduğum mevcut noktayı anlamakta güçlük çekiyordu. “Herkes ya da hiç kimse” diye geçiştirmek yerine sebebini elimden geldiğince açıklamaya çalışadurayım, bir yandan da yazılı olarak bir yerde toparlamanın faydalı olacağını düşündüm.
Gelin size bugüne kadar dinî çerçevede nelere ve nasıl inandığımı anlatayım. Bu yazı, yoldan çıkışımın öyküsüdür.
Yıllardan 1992 desem de inanmayın. Aile büyüklerinin sözlerini koşulsuzca doğru kabul etmenin hayatta kalmak için büyük önem taşıdığı, okul öncesi bir yaştaydım desem kâfi. Çevremdeki herkesin Allah olarak adlandırdığı bir “şey” vardı ve ona inanmam gerekiyordu. Sobaya dokunursam elimin yanacağı konusunda beni uyaran insanlar, Allah’a inanmazsam başıma gelecekleri anlatırken yalan söylüyor olamazdı ya? Elim de yanmıştı üstelik. İnanıyordum, fakat inandığım şeyin ne olduğunu veya neye benzediğini bilmiyordum. Hayal gücümün sınırlarını zorlayıp -yukarıdan beni sürekli izleyen bir şeye benzeterek- onu ömrümün büyük bölümünü geçirdiğim odada asılı duran dev, kenarları püsküllü avize şeklinde resmettim. Şimdi düşünüyorum da, Güneş daha iyi bir seçim olabilirmiş. Yaptığım çizimi gören babam bunun kısmen doğru olduğunu, Allah’ın gözle görülemiyor olsa da bir tür enerji kaynağı olduğunu söylemişti. Hayali arkadaşları olan o yaştaki bir çocuk için yeterince tatminkâr bir açıklamaydı.
İlkokuldayken -ailemin tavsiyesi üzerine- her gece yatmadan önce mutlaka dua ederdim. Başlangıçta, bildiğim “dört” duayı okur, ardından kişisel isteklerime geçerdim. “Üç kulhuvallah bir elham” ile Kuran’ı okumuş kadar sevap kazanıyorsak tamamını okumaya ne gerek var, değil mi? Düzenli olarak dualarıma konuk olan maddi ve manevi ihtiyaçların yanında ertesi günkü sınavımın iyi geçmesinden tutun, niçin gerçekleştiğini anlayamadığım bazı olayların bir daha başıma gelmemesi gibi tuhaf isteklerim de oldu Allah’tan. Bazı geceler dua edemeden uyuyup kaldığım için ertesi gün suçluluk hissettim. Dua okurken esnediğimde ya da dilim sürçtüğünde, şeytanın beni ayartmaya çalıştığını sandım.
Cinlerin varlığına inandım bir de; korktum onlardan. Ne zaman ki korktum, etrafımda manevi bir kalkan oluşturma mahiyetinde dualar okudum. Televizyon programlarında anlatılanlar olsun ya da küçükken misafirliğe gittiğimiz bir evdeki çocuğu eğlendirmek için anlattığım uyduruk hikâyenin ters tepmesi, cinlerin korkulması gereken varlıklar olduğuna ikna etmişti beni. Artık kendilerine “üç harfliler” deme ihtiyacı duymuyor olsam da, itiraf etmeliyim ki çocukluktan kalma korkuların üstesinden gelmek hiç kolay değil.
Gel zaman git zaman önceliklerim değişti ve kendim için dua etmez oldum. Naif bir düşünceyle, Allah’ın kabiliyeti sınırlıymış gibi, öncelikle gerçekten yardıma ihtiyaç duyanlara, sonra aileme ve arkadaşlarıma, en son olarak da -eğer sıra gelirse- bana yardım etmesini diledim. Öbür türlüsünün benim açımdan bencillik, onun açısındansa adaletsizlik olacağını düşünüyordum. Yıllar geçtikçe dualarımın sıklığı azaldı. Ettiğim en son dua, sevdiğim bir arkadaşım önemli bir sınava girmeden önceydi. Benliğime ve bencilliğime karşı başlattığım mücadeleden henüz galip ayrılamamış olsam da, bazı gerçeklerin -örneğin dua etmenin vicdan rahatlatmanın ötesinde bir işlevinin bulunmayışının- farkına varmamda bu çabamın da faydası dokundu sanıyorum.
Büyüdükçe kafamdaki soru işaretlerinin sayısı azalacağına arttı. Her şeyin ama her şeyin bir nedeni olduğuna inandım; saplantı derecesinde güçlü bir inançtı bu ve hayatımı şekillendirdi. Nedenleri bugün olmasa yarın, yarın olmasa öbür gün, öbür gün olmasa bir gün, hiç olmadı ölmeden önce, en kötü ihtimalle de öldükten sonra anlayacaktık nasıl olsa. Ölümden sonra hayat olduğuna inandım, çünkü olmalıydı. Hayat bu kadar kısa ve adaletsiz olamazdı. Ayrıca ben de -huriler olsun ya da olmasın- cennet bahçelerinde huzur içinde yaşamak istiyordum. “Yalan dünya”da bir türlü bulamadığımız huzur… Bu konuda bilgili olduğunu düşündüğüm insanların “imtihan” açıklaması beni hiçbir zaman tatmin etmemiş olsa da, ki bazen kendilerinin bile kendi söylediklerini anlamadığını düşündüm, inandım yine de.
Derken Kuran’ı ikinci kez, bu kez biraz daha sağlam bir kafayla okudum. Emir ve yasaklar da dahil olmak üzere her şeyi mantıksal bir düzleme oturtmaya çalıştım. İbadetler bizim iyiliğimiz içindi. Namaz bir ritüel ve bir tür bedensel egzersizdi, oruçla açın halinden anlıyorduk… İman etmeyenler sonsuza dek cehennemde yanmayacaktı. Kuran’da böyle yazıyordu elbet, ama bu ve benzeri daha pek çok ifade yalnızca toplumsal düzeni sağlamak içindi ve elbet ki Allah affediciydi. “Bir bildiği vardır” denir ya hani; şüphesiz ki en iyisini ve doğrusunu o bilir. Bu varsayım üzerinden hareket ederek açıklamaya çalıştım her şeyi. Her şeyin ardında bizim henüz bilmediğimiz bir hikmet olduğuna inandım. Henüz bilmiyorduk, ama bir gün anlayacaktık elbet.
Benzer şekilde, her işte bir hayır olduğuna inandım. Çünkü olmalıydı; mükemmel bir düzen içinde hiç aksamadan işliyordu ya her şey. Çocukluğumda okuduğum bir kitaptaki bir örnek gelirdi aklıma hep. Yarı yolda lastiği patladığı için lanetler okuyan bir adam, aracını tamir edip yola koyulduktan sonra yolun ilerisinde bir heyelan gerçekleştiğini, eğer lastiği patlamamış olsaydı kayaların altında kalacağını öğreniyordu. Demek ki neydi, biz de başımıza kötü olaylar geldikçe isyan etmeyip arkasında mutlaka bir hayır olduğunu düşünerek kendimizi avutabilirdik.
Hatırlayabildiğim kadarıyla kendimi hiçbir zaman “elhamdülillah Müslüman” olarak tanımlamadım. Bir yaratıcının varlığına inanıyor, onu -içinde yetiştiğim kültürün etkisiyle- Allah olarak isimlendiriyor, ancak İslam dininin bütün gereklerini yerine getirmiyordum. Zamanla, İslam’ın öğretilerinden biraz daha bağımsız düşünmeye başladım. Her şeyin başında evrensel bir dengeye inandım, iyilik ve kötülük gibi zıt kavramlar üzerindeki dengeye. Hayatta varlığından emin olduğun tek bir şey var mı deseler, Allah’tan önce evrensel denge derdim, dedim. Eşitliğe inandım, her insanın öyle ya da böyle eşit doğduğuna. Bunu da zengin-fakir örneğiyle açıklıyor, fakir insanın mutlaka zengine göre başka bir yönden doğuştan üstün olduğunu iddia ediyordum. Gerçeklerle yüzleşmek kolay değildi. Hâlâ değil.
Zihnimdeki bulmaca parçalarının yerine oturduğu, başıboş düşüncelerin yoluna girdiği vakit 2010 yazına denk geliyor. Hayatımda bir dönüm noktası değildi belki ama benim için önemli bir dönemdi. Birkaç ay boyunca neredeyse tüm boş zamanımı bu konularda bir şeyler okuyup izleyerek değerlendirdim. İlk kez, doğrudan ateist sıfatıyla konuşan insanlara ve farklı inançlara sahip başkalarıyla münazaralarına tanık oldum. Kelimelere dökemediğim onca düşünceyi zarifçe, ve en önemlisi, dürüstçe ifade ettiklerini gördüm. İnancımı onlar sayesinde (ya da yüzünden) yitirdiğimi söylemek doğru bir ifade olmaz ama bana daha özgürce düşünebilmem ve düşüncelerimi başkalarıyla paylaşabilmem için cesaret verdikleri için hepsine minnettarım.
Şu an yukarıda saydıklarımın neredeyse hiçbirine inanmıyorum, çünkü inanamıyorum. Geçmişe dönüp baktığımdaysa yaptığım en büyük hatanın gerçekleri inançlarıma uydurmaya çabalamak olduğunu görüyorum. Şu an bulunduğum nokta şüphesiz ki bu serüvenin sonu değil. Asla değişmeyeceğine inandığı şeyler değişiyor, doğruluğundan emin oldukları gözlerinin önünde parçalanıp gidiyor insanın. Yine de gelecekteki kendime şu anki aklımla verebileceğim yegâne öğüt sanırım şu: Günün birinde olur da manevi bir ihtiyaç haline düşer ve içindeki boşluğu hayali bir dost ya da ebeveyn ile doldurmayı seçersen eğer, başkalarını bu işe karıştırma. Özellikle de çocukları. Yoksa emin ol ki öbür tarafta seni elimde sopayla bekliyor olacağım.