Hz. Ali ateiste karşı
Ateist: Allah var mı?
Hz. Ali: Var.
Ateist: Kanıtla?
Hz. Ali: Aklın var mı?
Ateist: Var.
Hz. Ali: Kanıtla?
Son zamanlarda internet ortamında sıklıkla paylaşıldığını gördüğüm bir karşılıklı konuşma bu ve insanların böylesine kısacık bir metin ile dahi üzerinde kafa yormaksızın tatmin olabilmesi beni şaşırtıyor doğrusu. Tarihte gerçekten yaşanmış mıdır bilemiyorum ama Hz. Ali’den ya da kimlerin arasında geçtiğinden bağımsız olarak, bu diyaloğun düşünen bir insan için pek bir anlam ifade etmediğini belirtmek, ve daha fazlasını okumaya üşenmeyenlere sebebini açıklamak isterim.
Öncelikle, bu konuşmayı etkileyici bulanların esas içeriğinden çok oradaki isimlere itibar ettiğini sanıyorum. Kendinizi sınamak için şu diyaloğu okumayı deneyebilirsiniz:
Ateist: Kutsal Ruh var mı?
St. Paul: Var.
Ateist: Kanıtla?
St. Paul: Aklın var mı?
Ateist: Var.
St. Paul: Kanıtla?
Eğer önyargılardan bağımsız bir biçimde düşünebiliyorsanız, bu konuşmayı öncekiyle aynı derecede mantıklı buluyor olmanız gerekir.
İdeal şartlar altında, kişilerin temel düşünce ve inançlarını koruduğumuzda, aynı diyalog aşağıdakine benzer bir şekilde gelişirdi:
A: Allah var mı?
B: Var olduğuna inanıyorum.
A: Peki varlığını kanıtlayabilir misin?
B: Bazı şeylerin varlığını kanıta ihtiyaç duymadan bilir ve kabul ederiz.
A: Başka bir örnek verebilir misin?
B: Mesela, aklın var mı?
A: Var elbette, ancak bu doğru bir örnek değil.
B: Neden?
A: Çünkü aklın varlığı kanıt gerektirir. Herhangi bir canlının akıl sahibi olup olmadığına karar vermek için düşünme, anlama ve kavrama yetisini değerlendiririz ve örneğin insan ile köpek arasındaki gibi farklı “akıl” seviyelerinden bahsetmek mümkündür. Onun haricinde, somut bir aklın varlığından zaten söz edemeyiz.
B: Anlıyorum. Fakat bu benim Allah’a olan inancımı değiştirmez.
A: Değiştirmesi de gerekmiyor, ama Allah olarak isimlendirdiğin yaratıcının varlığını kabul etmek için de kanıta ihtiyaç vardır. Aksi takdirde yeryüzündeki binlerce inanış arasından seninkinin doğru olduğunu nasıl bilebiliriz? Sadece inanmak yeterliyse, eminim bir başka tanrıya senin Allah’a inandığından çok daha bağlı insanlar vardır; ama bu onun tanrısının gerçek, seninkininse hayal ürünü olduğu anlamına gelmez.
Bu diyalog büyük olasılıkla B kişisinin kutsal kitabına başvurmasıyla devam edecektir, fakat konumuz açısından bu kadarının yeterli olduğunu düşünüyorum.
İlk diyaloğa dönecek olursak, öncelikle “Hz. Ali” tatmin edici bir cevap vermemiştir. Akıl ya da sevgi gibi muğlak bir ifadenin varlığı üzerinden bir benzeşim kurmaya çalışmak, ortadaki sorunun cevabını netleştirmektense bizi daha da bulanık sulara sürükler. İlgili kavramın tanımını aklımızda tam olarak oturtmadan bu işe girişmekse zaten başlı başına bir hata olur.
Ama en önemlisi, bu diyalog ile kitlelere verilmek istenen asıl mesaj Allah’ın varlığının kanıta ihtiyaç duyulmadan kabul edilebileceğiyse ki öyle görünüyor, vay halimize. Bir düşünün; doğaüstü güçlerin varlığını aşikarmış gibi değerlendireceksek eğer, sınırı nereye çizeceğiz? Birbiriyle çelişen tüm kabullenmeler arasındaki karmaşayı nasıl çözeceğiz? Bize kendi inançlarını dayatmaya çalışanlara karşı kendimizi nasıl savunacağız, iman güçlerimizi yarıştırarak mı? Kendi doğru bildiklerimizi başkalarına nasıl aktaracağız, beyinlerini yıkayarak mı? Bazı şeyler inanç meselesi diye kestirip atarsanız, dediğim gibi, vay halimize.
Özetle, bu tür alıntılar söz konusu olduğunda, “Vay adamım, cevabı nasıl da yapıştırmış!” havasına girmeden önce aklınızı azıcık kullanma zahmetine girerseniz, hepimiz için daha hayırlı bir iş yapmış olursunuz. Öbür türlüsü dışarıdan bakan biri için ancak insanların inanışları üzerinden birbirini tatmin etmesi olarak görünüyor çünkü, bilginize.
Comments
Böyle anlık cevaplar fazla düşünmeden yolumuza devam etmemize olanak sağlıyor diye tutuluyor sanırım. Ah ne de iyi cevap verdi, halloldu bu mesele de diyip rafa kaldırabiliyoruz böylece (tek soru ile evrimi çürüten genç geldi aklıma ahah).
Yaratıcının kanıtlanması meselesi ise, iyi ki öyle bir şey olmuyor, iyi ki kanıtlayamıyoruz. Çünkü o alana dair muğlaklık, tam bilinemezlik beni cezbediyor. Evet bu beraberinde bir takım sorunlar da getiriyor, mesela yazıda da değinildiği gibi, hangi inancın doğru olduğunu nasıl bileceğiz? Bilemeyeceğiz, kültürümüze eklemlenmiş olanını tercih edeceğiz genelde (ben bunun kötü olduğunu düşünmüyorum).
Kötü olacak şey inancı başkasına dayatmaya/beynini yıkamaya çalışmak olur, ancak inancımıza dair elimizde yeterli bir delil olmadığı için bunu yapamayacağımızı bilmemiz dediğin sınırı çekmemizi sağlayabilir. Yani bu kanıtlanamamazlık beraberinde dayatmayı/beyin yıkamayı (1) da etkisiz hale getirmeli (bende öyle sonuç verdi), ben karşımdakine inancını bana dayatıyorsan akli deliller getirmen gerekir derim ve onu köşeye sıkıştırırım.
Düşünsenize aklımıza tam yatan deliller yokken bu kadar dayatma oluyor, ya bir de deliller olsaydı? "Şu tarz bir tanrıya inanman lazım çünkü deliller bunu gösteriyor, diğerlerinin hepsi yalan." şeklinde bir sonuç çıkardı ve bu çok büyük bir dayatmaya yol açabilirdi (2).
İnanca dair akli delillerin olmamasına seviniyorum. Çünkü bu, hayatımda devamlı karşılaştığım gerçeklerden bir kaçış (ve gerçekler benim için çok sıkıcı). O muammalık ve kaygan zemin de güzel, çünkü hayalgücümü harekete geçiriyor; net bir doğrunun olmaması pek çok gün düşünmek için beni heyecanlandırıyor.
(1) Bu beyin yıkama meselesi de ilginç, sadece din özelinde ele alınıyor genelde ama günümüz okullarının dinlerden altta kalır yanı yok beyni yıkamada).
(2) Darwin'in evrim teorisinin (hiç öyle bir amacı yoktu diye okudum nette ama kitaplarını okumadığım için net bir şey diyemem) sosyal darwinizm için kullanılması ve bununla ırkçılığa zemin aranması gibi.
Dürüstlüğünü takdir ediyor olmakla birlikte şunu söylemeden edemeyeceğim; "iyi ki kanıtlanamıyor" demek çıkarcılık olmuyor mu biraz? Hem inananlar hem de inanmayanlar arasında Hakikat'e ulaşmayı amaçlayanlar olduğu gibi bilinmezlikten keyif alanlar da var kanımca. Fakat bizim nelerden keyif aldığımız ya da nelere inandığımızdan bağımsız bir gerçeklik var ortada. Can sıkıcı gerçeklerden uzaklaşmayı, kendimi hayallere kaptırmayı ben de çok seviyorum; ama hayatlarımızı böylesine kaygan bir zemin üzerine inşa etme taraftarı değilim. Kendimizi ve dolaylı olarak da toplumsal yaşamı bu doğrultuda düzenlemeye kalktığımızda iş çığırından çıkıyor çünkü.
İçine doğduğumuz kültürün bir parçası olan inanışları benimsemenin birden fazla kötü yanı var. Bunlardan biri yukarıda bahsettiklerimle ilgili, bir diğeriyse nerede, ne zaman ve hangi şartlar altında doğduğumuz gibi seçme şansımız olmayan bir değişkene bağlı inanışları kabul etmek ve ölümden sonra bu doğrultuda yargılanmayı beklemekle alakalı. Ama asıl önemlisi şu; Müslümanlar Müslüman bir ülkede, Hristiyanlar ise Hristiyan bir ülkede doğduğu için ne kadar şanslı olduğunu düşünüp şükrediyor ve başkalarını da bu doğrultuda yargılıyor. Sadece dinî inanışlar değil, milliyetçilik gibi duygular söz konusu olduğunda da geçerli bir durum bu. Farklı kültürlerin getirdiği farklı kabullenmeler insanlar arası ayrımcılığı körükleyen en önemli unsurlardan biri. İleride bununla ilgili daha detaylı bir şeyler de yazmak istiyorum.
Kanıtın yokluğu ve dayatmalar arasındaki bağıysa ben şu şekilde değerlendirmiştim: Elimizde somut deliller olduğu vakit iş kendi değer ve inançlarımızı başkalarına benimsetmekten çıkıp evrensel bilginin paylaşımına dönüşüyor zaten. Tanrı veya tanrıların varlığına dair böyle bir kanıt olsaydı elimizde, beyin yıkamaya gerek kalmazdı kısacası.
Eğer elimizde herhangi bir konuyla ilgili yeterli delil varsa, insanları bu konuda doğru bilgilendirmek için onlara bu delilleri sunmamız yeterlidir. Daha doğrusu, yeterli olması gerekir. Kendi çıkarları ve benzeri sebeplerden ötürü delillere rağmen kişisel inançlarını koruyan insanlarla dolu etrafımız. Verdiğin evrim teorisi örneği burada aynen geçerli mesela. Diğer yandan, bir konuda elimizde hiç ya da yeterli delil yoksa, insanları ikna etmekte güçlük çekeriz. Daha doğrusu, çekiyor olmamız gerekir. Çünkü insanların bize şüpheyle yaklaşmaları, söylediklerimizi kabul etmeden evvel sorgulamaları gerekir. Bir şey sadece "inanç meselesi"yse eğer, insanları deyim yerindeyse kandırmaktan başka çaremiz yok.
Benim kaygım şuydu, belli bir inancın kanıtlanabilir olması diğerlerinde "gerçek bu, kabullenmek gerek" şeklinde bir baskı aracına dönüşebilir. Sadece bilmemizle kalmayacağını ve bu sefer kişisel inanç alanından çıkıp toplumu şekillendirmeye başlayacağını (ve gerçek dediğimiz için, "ben inanmıyorum ve istemiyorum" deme şansı da kalmayacağını) düşündüğüm için istemiyorum. Diyeceksin ki bugün de elimizde bilgi yok ama herhangi bir tanrı fikri kişisel alandan çıkıp toplumu şekillendirmeye kadar varıyor.
Evet ama bugün gerilemeye başlıyor bu. Mesela Ortadoğu'da bile kendisine "İslamcı" diyen hareketler, kurdukları sistemin İslami olmayacağını belirtme ihtiyacı duyabiliyor (Mısır'da İhvan-ı Müslimin, Türkiye'de Akp). Çünkü bu müslüman bir sisteme göre yaşamak istemeyenleri dışlayıcı bir şey ve bugün müslümanların epey bir bölümü de İslami bir hukukla yaşamak istemiyorlar. Demek dünya çapında belli bir etik kavram oluşturdukça ve bunun yararları görüldükçe insanlar zaten bunu toplumsal olarak da tercih etmeye yatkın oluyorlar. Yani, ben inanç kavramının kanıtlanabilir olmamasını istediğimde bunu sadece kişisel alanla kısıtlıyorum. Toplumu şekillendirmemiz bu kaygan zeminde olmaz tabii ki, onun için herkesin özgürce karar alabileceği, özgürce düşünebileceği (ama kendi düşüncelerini başkasına dikta edemeyeceği) bir toplum hayali kuruyorum. Böyle bir toplumda zaten bir inancın yaygınlaşabilmesi belli bir zemine ihtiyaç duyacak (o zemin manevi bir zemin de olabilir pekala, ille maddi bir zemin olmasına gerek yok).
Bu maddi veya manevi, insanların belli bir ihtiyacını karşılayacak zemini sağlayamayan din veya inanışlar da sönmeye mahkum olur gibime geliyor.
Demek istediğimi söylemişsin, benim şu hayatta en sevmediğim şeylerden biri "ikna ve beyin yıkamaya" çalışarak konuşan (her türlü vaaz veren) insanlar diyebilirim. İnançla ilgili konuştuğumda işte o zemin yoksunluğundan ötürü insanlar bana şüpheyle yaklaşmalı (ve ben de onlara). Benim onları kandırmaya ihtiyacım olmamalı, belki sadece yaşadığım tecrübeler ve bunun bana getirilerini anlatırım, ona ihtiyaç duyan kabul eder. İhtiyaç duymayanı ikna etmeye çalışmak baştan sevimsiz bir şey (elime ne geçecek?). O halde niye zemini olmayan bir şeye ikna etmeye çalışayım ki?
Belki çıkarcılık ama, bir delilin olması bu vaaz ve ikna konuşmalarını fazlalaştıracağı ve şüpheyi ortadan kaldıracağı için istemiyorum. Çünkü inanç şüpheyle güzel, ve şüphe oldukça da vaazlar pek işe yaramazlar. :)
Yazıma başlamadan önce Ateist - Hz. Ali ve Ateist - St. Paul diyaloglarının arasında hiçbir fark görmediğimi her ikisininde varmak istediği temel noktanında aynı olduğunu belirtmek istiyorum. Sonuç olarak her iki diyalogta da yüce bir yaratıcının varlığına işaret "edilmek" istenmiştir. Yani bunun yerine illa Ateist - St. Paul veya Ali gelmesi hiçbir şeyi değiştirmiyor gözümde. X - y şeklinde de belirtsen farketmez. He bunun sağlıklı bir inanç monologu mu? değil mi? dahi tartışmaya girmek istemiyorum.
İlk olarak yaratıcının varlığı hakkında dilimin döndüğü, cümlelerimin yettiği kadarıyla da olsa bir şeyler söylemek istiyorum...
Yaratıcı Var mıdır?
İnsanlar her çağda birşeylere inanmak istemiştir. Bu, kendilerinden harzaman üstün olarak tanımladıkları evreni yaratan kudrette bir güç olarak kendisini göstermiştir. Peki neden? Neden inanıyor insanoğlu? Eğer gerçektende bir yaratıcı yoksa insanlar neden inanma ihtiyacı duyuyor? Bu istek, ihtiyaç, his neden insanın doğasında vardır eğer gerçekten bir yaratıcı yoksa? İnançsız olanlar dahil kendilerini çeşitli kategoriler altında sınıflandırma ihtiyacı dumuşlardır ki inançsızım diyen bir kişininde inançsızlık inancına sahip olduğu konusunda dikkatinizi çekmek isterim...
İnançsız olan bir kişi Allahın varlığına inanmasa da bilimin varlığına inanır. Çünkü bilimi akıl besler bilim de aklın varlığını ispatlar. Peki bilim, insanın ölümünden sonra diritileceğini ve insanların dünyadaki davranışları neticesinde onlara iyi ve kötü bir muamele göreceklerini söyler mi? Söyleyemez çünkü bilim insan aklıyla ortaya çıkartılması için Allah tarafından bahşedilmiş bir araçtır, nimettir...
Günümüzde doğruluğun, adaletin, yardımlaşma gibi eyleme sokulduğu takdirde insanlar arasında anlaşma, uzlaşma vb. gibi memnuniyet, kalpte bir huzur yaratan davranışların hangi dinde hangi düşünce ve anlayışta yanlış davranışlar olarak nitelendiğini söylermisiniz? Peki temel olarak yaratıcı varlığına inanılan bütün inançlarda yaratıcı bizden neden bu gibi davranışları sergilememizi istiyor? Ve sergilendiği takdirde insanlar arasında gerçektende bir memnuniyet ve huzur oluyor?
Peygamperlerde mi Hiç Olmadı?
Diyelim ki yaratıcıya inanmıyorsun, peki onun kitaplarını insanlara Allahın varlığını ispatlamak için gönderilen peygamberlere neden inanmıyorsun? Onlar, insanoğlu tarihinde yine insanlar arasından Allah'ın varlığını ispatlamaları için seçilmiş insanlardı. Bu insanlar peygamber olarak adlandırılmış ve tarih içerisinde varlıklarını günümüze kadar kanıtlamışlardır. Onların zamanında yaşamamış olmamız onların olmadığına inanmamıza sebep değildir. Bu ancak inanmayan bir kişinin tarihe inancını da sorguya sokacaktır ki eğer onlar hakkında yazılan tarihin uydurma olduğuna inanılıyorsa sizce bunu uyduran insanların amacı, neydi ki böly bir tarihi uydurma ihtiyacı duydu? Dört tane kutsal kitap yazdı bu insanlar? Yoksa sadece gelecekteki insanlara trollük olsun diye mi bu tarihler uyduruldu? Eğer öyleyse demek her dinde trollük olsun diye peygamber tarihi yazanlar olmuş, görünen o ki ammada insan kandırmışlar, tebrik etmek gerekiyor o insanları. Ha bu arada o tarihleri yazan kim? Sizcede eğer gerçekten o peygamberler yaşamadıysa neden günümüze kadar onlara inanan çeşitli topluluklar varlıklarını sürdürmeye devam ediyorlar?
Neden İslamiyet?
Kendime neden İslamiyet diye sorduğumda vereceğim cevap Kuran-ı Kerimin günümüze kadar tek harfinin bile buzulmadan muhafaza edilmiş olmasıdır. Kuran içerisinde ki ayetlerde de -ki bu ayetler yaratıcı olan Allah'ın sözleridir ve bu da yaratıcının varlığının en önemli kanıtlarındandır benim aklım için- dünyanın sonuna kadar hiç bir harfinin bozulmayacağı belirtilmiştir. Peki neden diğer büyük dinler değil de İslam? Çünkü İslam diğer tüm peygamberlerin varlığını kabul görüp onların varlığınada inanç getirilmesini istenmektedir. Hiçbir peygamber acımasız, kötü ahlak sahibi, yalancı gibi sıfatlarla tanımlanmamış ve yok sayılmamıştır Kuran-ı Kerimde. Aksine hepsinin Allah'ın kulları arasında en seçkin, örnek insanlar oldukları belirtilmiştir...
Bunun gibi daha bir çok sebepten dolayı da evrene baktığımda üstün bir yaratıcı dışında hiçbir şeyin başı boş olarak yaratılmadığına ve evrenin yaratıcısı olarak Allah'ın varlığına, peygamberler ki onlar yaratıcının varlığını ve amaçız yaratılmadığımızı müjdelemişler ve en sevdiği kulu olarak nitelediği Hz. Muhammed (s.a.v.) in onun peygamberi olduğuna inanıyorum, Kuran-ı Kerime inanıyorum ki bu kitapta Allahın varlığı dahil onun kullarından istedikleri belirtilmiştir. Meleklerin varlığına inanıyorum ki o melekler Kuran-ı Kerimde de varlık amaçları, yaşam ve yükümlülükleri isimleriyle belirtilmiştir, Kaza ve kaderin varlığına ki bu sayede insanların inançlarının sınandığına inanıyorum ve Ahiret gününün varlığına ki bu evreni ve canlıları yaratma gücü olan yüce varlığın ahiret günü ölüleri dirilteceğim diye söylüyorsa diriltemeyeceğini ispatlayacak mantık bulamıyorum.
Peki bir inanmayan insanın sadece onu görmüyorum duymuyorum o zaman o yoktur diyerek basitçe bir düşünceyle tüm bu ispatları görmezden gelmesini, beyin yıkama olduğunu öne sürümesi nasıl mantıklı ve bilimsel bulunabiliyor bende bunu anlayamıyorum.
--------------
Not1: Yazdıklarım kesinlikle kişisel algılanmasın. Saygı ve selamlar.
Not2: Sol alt köşedeki gülücük simgesi çok güzel bir ayrıntı olmuş :)
Yazdıklarının büyükçe bir kısmı konuyla doğrudan ilgili olmasa da, düşüncelerini paylaştığın için teşekkür ederim Hüseyin. Lakin içerisinde o kadar çok sayıda mantık hatası var ki bu konularda bir hayli eksik bilgi sahibi olduğunu düşünmekten kendimi alamadım. Belki de kendini tam istediğin gibi ifade edememiş olmandan kaynaklanıyordur, bilemiyorum. Hepsine birden değinebileceğimden emin değilim ama yine de bir deneyelim:
İnsanın doğasında olan her şey doğal bir sürecin ürünüdür. İnançlı bir insanın bu süreci de bir yaratıcıyla açıklaması doğal karşılanabilir olsa da, mantıksal açıdan fazlasıyla büyük bir sıçrayıştır.
Hareketsizlik bir hareket çeşidi midir? Yokluk bir varlık çeşidi midir? Değildir. Aynı şekilde, inançsızlık da bir inanç çeşidi değildir. İnançsızlık, adı üstünde, inancın yokluğudur.
Ateizmin temel tanımı tanrı veya tanrılara olan inancın yokluğudur, daha fazlası değil. Ateist bir insan ister bilimin varlığına inanır, isterse pembe tek boynuzlu atların, kendi bileceği iş. Ayrıca "bilimin varlığına inanmak" ile ne demek istediğini anlayamadım. Türkçenin varlığına inanmak istiyorum.
Söyleyebilir. Fakat şimdiye dek nöroloji alanında yapılan bilimsel çalışmalar bilincin beyin ölümüyle birlikte son bulduğunu gösterdiği için, ölümden sonra yeniden dirileceğine inanmak için ortada geçerli bir sebep yoktur. İlahi adalet kısmına hiç girmiyorum bile.
Non sequitur. Diğer bir deyişle, öne sürdüğün sebep ile sonuç arasında hiçbir bağlantı bulunmuyor.
Dinlerin temel amaçlarından biri toplumsal düzeni sağlamak olduğu için bu gayet normal bir durum. Fakat dinin işlevselliğiyle tanrının gerçekliği tamamen ayrı konular. Basit bir örnek olarak plasebo etkisini düşünebilirsin.
Kafandaki inanışları sadece "semavi" olanlarla sınırlama. Tarih boyunca insanlardan neler beklemiş sözde tanrılar, bir düşün.
Bu inanmak için çok ucuz bir sebep doğrusu. Günümüze kadar tek bir harfi bile bozulmadan ulaşan çok daha eski insan yazımı metinler var, onları da mı bir tanrı gönderdi?
Kuran'ın içinde Kuran'ın Allah'ın sözleri olduğunun yazması hiçbir anlam ifade etmiyor. Ben şimdi senin adını kullanarak bir kitap yazsam, o kitabı sen mi yazmış olacaksın? Mükemmellikten uzak onca yanını görmezden gelsek bile Kuran'ı geçerli bir kanıt saymak zaten başlı başına bir döngüsel mantık hatasına yol açıyor:
-Allah'ın varlığına inanıyorum, çünkü Kuran'da öyle yazıyor.
-Kuran'da yazılanların doğruluğuna inanıyorum, çünkü onu Allah gönderdi.
Ve aynen başa dönüyoruz.
Yani? Peygamber olarak nitelendirilen insanların ne kadar övülüp yüceltildiğine göre mi seçim yapıyoruz? O halde Müslüman değil Bahai olmalıyız bence.
İnançsız insanlar hangi ispatları görmezden geliyor acaba? İnananların bu şekilde nitelendirdiği hemen her şey mantık sınırları dahilinde bir ispat niteliği taşımıyor, üzgünüm.
Bir de şu var; inanmayan insan önce buna karar verip sonra değerlendirmeye başlamıyor ki? Çoğumuz "kariyerine" inançlı olarak başlıyor ama öğrenmeye, düşünmeye ve sorgulamaya başladıkça o temeller yavaş yavaş yıkılıyor ve sonunda da bir şey kalmıyor geriye.
Aklin varliginin kabulunun Allahin varligini kabulle iliskilendirilmesidir benim bundan anladigim, sayet Hz. Aliye aitse bu kissa (Boyle bir olayin gercekten olmus olup olmadigini biraz arastirdim ama bulamadim internette, herneyse). Yani diyor ki, kendini akil sahibi kabul ediyorsan Allahin varligini da kabul ederdin, etmis olman gerekir.
Buradan Allaha goturmeyen dusunme eyleminin `akil` dan sayilamayacagi da ortaya cikmis oluyor bu yaklasima gore. Belki de akil ve zeka diye bir ayirimin var olmasi bu yuzdendir, kimbilir. Kuranda da `hic dusunmez misiniz, `akletmeyecekmisiniz` vb. tabirler sikca gecer.
Hukmun diger dinlerdeki orneklerini Hz. Aliye ait oldugu soylenenle ayni dogrultuda, paralel gorup inancina veya inkarina delil saymak ise ancak kisiyi baglar ve onun olaylara bakis acisini, tutumunu, yaklasimini, modunu vs. ortaya koyar (kendini kendine soylemis, tanimlamis olur).
Farkli dinlerdeki benzer orneklerden hareketle hangisinin dogru dine isaret ettigi meselesi ise yine kisinin kendisini, ilgisini, samimiyetini, arastirmasini, yaklasimini vb. ilgilendirir (temel anlamda yine kendi kendine ve kendine karsi olan). Hz. Alinin sozu gecen ornekte tercihini Allahin varligini kabul etme yonunde kullanmasi gibi.
Zaten saglikli dusunebilme evvela kisinin kendi aklinin dogru calisip calismadigi uzerinde durularak, yani aklin eylemlerini evvela bizzat aklin kendine karsi kullanarak gerceklesebilir. Bu konuda tatmin bulamamis bir aklin yurutecegi her yorum ancak onun dogru dusunebildigi oranda dogruluk ve tutarlilik arzedecektir.
Daha iyi bilen daha iyisini soyler..